Harf inkılabı tartışmaları, Osmanlı zamanında Tanzimatla birlikte başladı. İkinci Meşrutiyet döneminde hız kazanan tartışmalar, Cihan Harbi’nde hızını azaltsa da Cumhuriyet sonrası yine gündeme oturdu ve 1 Kasım 1928’de Latin harflerini kabulü ile nihâyetlendi.
Alfabe tartışmaları, basın hayatının başlaması ile birlikte ortaya çıktı ve iki damardan ilerledi. Arap harflerinin iyileştirilmesi ve Latin harflerinin kabulü. Latin harflerine geçmeyi isteyenler, uzlaşma kabul etmez bir keskinlikle meseleyi tartıştılar. Diğer kesim ise mevcut harflerin iyileştirilmesinden yana olan ıslâh-ı hurûfcular idi. Islâhı hurufçular yani Latin alfabesine karşı olanlar, garp medeniyetine dâhil olmak için yazısını almamız gerekmediğini, alfabede ile Türk dili arasındaki uyuşmazlıkların ıslâh edilebileceğini savunuyorlardı.
MÜNİF PAŞA
Arap harflerinin iyileştirilmesi fikrini ilk ortaya atan kişi, Münif Paşa idi. Tahsilini Mısır ve Şam’da yapan Münif Paşa, Avrupa’da bulunmuş ve Tercüme Odası’nda vazife yapmış bir devlet adamıydı. 1862’de, kendisinin de üye olduğu Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’de, alfabe konusunda bir konferans verdi. Hareke kullanılmadığı için kelimelerin çeşitli biçimlerde okunabildiği, anlamları bilinmeyen bazı kelime ve özel isimlerin okunmasının mümkün olmadığı, dilimizdeki Arapça-Farsça kelimelerin terkiplerinin çokluğunun okuma-yazmayı büsbütün zorlaştırdığı, büyük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerinden ayırd edilmediği, Avrupalıların ise yazılarında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 yaşından başlayarak her insanın okuyup yazabildiğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin zorluğu yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün olmadığını gibi hususları dile getirdi. Avrupalıların 30-40 harfle istediği kitabı basabildiğini, Arap harflerinin ise kitap basımı için de uygun olmadığını ifâde etti. Alfabenin kolay okunabilmesi için harflere işaretler konulmalı, yeni sesli harfler bulunmalı, harfler ayrık yazılmalıydı.
İBRÂHİM ŞİNASİ ve ALİ SUAVİ
Münif Paşa’nın başlattığı tartışmaya Yeni Osmanlılar da katıldı. Avrupa’dan dönen ve gazetecilik yapan sürdüren İbrâhim Şinâsi ve Ali Suavi, alfabeden kaynaklanan baskı sorunlarını kendi geliştirdikleri yöntemlerle çözme yoluna gittiler. Şinâsi, Arap harfleriyle nesih ve kûfî denilen yazı çeşitleri karması bir tür geliştirerek, matbaada kullanılan 500’den çok harf kasasını 112’ye indirdi ve kendi matbaasında eserlerini bu şekilde bastırdı. Şinâsi, geniş halk kitlesine ulaşmak için sâde ve anlaşılır bir dil kullandı. Geleneksel yazı kurallarını değiştirdi.
Yeni Osmanlılar, içlerinde Ali Suâvi gibi Latin harflerine geçmeyi sessizce savunanlar olsa da geçmişle olan bağın kesilmesi endişesi duyduklarından, harf değişikliğine karşı oldular.
KALUŞ KUNDURA
Bu dönemde, mevcut harflerin ıslâhını savunanlar için ilginç bir benzetme yapıldı. Bunlar, çarık ve mest giymek istemiyorlar ama, iskarpin giymeye de cesaret edemiyorlardı. Bu yüzden Osmanlıya mahsus kaluş kundura giymek isteyenlere benzetildi.
NÂMIK KEMAL VE AHUNZÂDE FETH ALİ
1862’deli konferanstan 14 ay sonra Azerbaycanlı şâir Ahunzâde Feth Ali, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’ye bir tasarı sundu. Bu tasarıda; Arap harflerinin zor olduğunu; kullanılması için dini bir zorunluluk olmadığını ve yeni bir yazı sisteminin alınabileceği belirtti. Cemiyet, bir rapor hazırlayarak, yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilemeyeceği sonucuna varıldığını ifâde etti.
Yeni Osmanlılardan Nâmık Kemal de alfabe tartışmalarına girenlerdendi. Namık Kemal, gazetelerde, yazdığı makâlelerde ve mektuplarında, Arap harflerinin iyileştirilmesini savundu. Latin harfleri kullanılmasının şiddetle karşısında oldu. 1763-1864 yılında Namık Kemal ile İran elçisi Melkum Han, bu konuyu Hürriyet gazetesinde tartıştılar.
Melkum Han, ülkede eğitimin çok geri bir düzeyde olduğundan söz ederek, Arap harflerinin sakıncalarını belirterek düzeltilmesi gerektiğini savundu. Namık Kemal ise verdiği cevapta, alfabedeki değişikliğin zor olacağını, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtti. Bununla birlikte, harflerin iyileştirilmesine karşı olmadığını belirtti.
1862-1876 yılları arasında yapılan tartışmalar ve girişimler incelendiğinde, harflerin değiştirilmesinin değil, iyileştirilmesinin savunulduğu görülmektedir.
2. MEŞRUTİYET DÖNEMİ
II. Abdülhamit döneminde, 1878 yılında Sivas Mebusu Mehmet Ali Bey’in Eğitimle ilgili tasarıyı Meclis’e sunması tartışmaları yeniden başlattıysa da tartışmaların hızlanması ikinci meşrutiyet döneminde gün yüzüne çıktı. Harf ve yazım kurallarını düzeltmek ve düzenlemek için, Maarif Bakanlığı tarafından komisyonlar oluşturuldu. Islâh-ı Hurûf Cemiyeti gibi özel dernekler kuruldu. Ülkedeki tüm aydınlar alfabe meselesi ile ilgilendi. Bu alandaki görüşler; Arap harflerinin iyileştirilmesi ya da Arap harfleri bırakılarak Latin harflerinin kabul edilmesi olarak iki gruba ayrıldı. Hurûf-ı Munfasıla denilen harflerin ayrıklığı sistemini, Dr. Milaslı Hakkı Bey, Cihangirli M. Şinasi, İsmail Hakkı, Edebiyatçı Ali Nusret, Ahmet Hikmet ve Celal Esad yazdıkları kitap ve makalelerle destekledi.
Hüseyin Cahit, Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri, Kılıçzâde Hakkı gibi yazarlar, Latin harfleri ve buna dayanan yeni bir alfabe sistemi konusunda hayli cesur yayınlar yaptılar. O dönemde bunları yazmak, büyük bir cesâretti.
ARNAVUTLARIN ALFABE TALEBİ
1910 yılında Tiranlı Arnavutlar, Latin harflerini kullanmak için devletten izin istediler. Şeyhülislamlık bu talebe olumsuz cevap verdi. Bunun üzerine Hüseyin Cahit, aynı yıl Tanin gazetesinde yazdığı “Arnavut Hurûfatı” başlıklı bir yazı yazarak kullanmakta olduğumuz harflerin Türklük ve Müslümanlıkla ilgisi olmadığını, Türklerin kendi yazılarını bırakıp bunları sonradan kabul ettiğini, şimdiki Arap harflerinin Peygamber zamanında bile kullanılmadığını, Arnavutların Latin yazısını kullanmalarına izin verilmesini, ona engel olmak bir yana, mümkünse bizimde bu yazıyı kullanmamızın yerinde bir hareket olacağını yazdı.
1910-1911 yıllarında Latin yazısı iyice savunulabilir duruma geldi. II. Meşrutiyet döneminin ilk beş yılında (1908-1913), bu konudaki tartışmalar ve fikirler daha da genişledi. Musullu Dr. Davut Bey, Mebusan Meclisi’ne bir tasarı sunarak Latin harflerinin kabulünü teklif edecek kadar ileri gitti.
ENVERÎ YAZI
Enver Paşa, 1913’de Harbiye Nâzırı olunca, orduda kullanılan ve ayrık harflerle yazılan bir yazı yürürlüğe koydu. “Ordu Elifbası”, “Hatt-ı Cedid”, “Enver Paşa Yazısı” gibi adlar da verildi. Harbiye Nezâreti’nce, bazı resmi genelgeler bu yazı ile yazılıp orduya gönderildi ve askerliğe ait birtakım küçük kitaplar basılıp yayınlandı. Savaş yıllarında eski alışkanlığı bozduğu ve bu yüzden işleri geciktirdiği şikâyetleri üzerine bu yazıdan vazgeçildi.
ALMAN ELÇİSİNİN GÖRÜŞÜ
Zaman zaman alfabe tartışmalarına yabancılar da dâhil oldu. Alman Büyükelçisi Kühlmann, 27 Şubat 1917 târihinde İstanbul’dan göndermiş olduğu raporunda, Latin alfabesi konusunda şöyle diyordu:
“Eğitimle ilgili tecrübeye sahip olduklarını düşünen Türk gazetecileri, alfabe değişikliği ile ilgili görüşlerinin doğru ve tam olarak anlaşılması hâlinde, Latin harflerinin faydalarının fazlasıyla takdir edileceğini düşünüyorlar. Böyle bir yeniliğe karşı geniş çevrelerden gelecek tepkileri küçümsüyorlar. Bu yeniliğin gerek halk içinde gerekse devlet içinde kültürel ve siyâsî açıdan meydana getireceği köklü sonuçlarını dikkate almıyorlar.”
CEMİL MERİÇ’İN TEKLİFİ
Latin alfabesinin kabulü tartışmaları, son yıllarda Osmanlıca’nın okullara girmesi ile tekrar hız kazandı. Harf inkılâbı ile kütüphânelerin bir anda tuğla yığınına dönüştüğünü ifâde eden Cemil Meriç’in sözleri ile konuyu bağlayalım:
“Lâtin harfleri kabul edilmiş, bu harflerle aşağı yukarı elli yıldan beri kitaplar basılmış, dergiler çıkarılmış, gazeteler yayınlanmıştır. Dâvâ bir karşı devrimle yeniden eski harflerimize dönmek değildir. Nesillerin hafızası ile oynamanın ne vahim neticeler doğurduğunu biliyoruz: Dava, irfanımızı yeniden fethetmek… Dâvâ, ecdadın tefekkür hazinelerini bugünkü nesillerin tecessüsüne açmak, bir kelimeyle bugünü düne bağlamaktır. Dâvâ; Lâtin harflerinin yanında İslâm harflerine de hayat hakkı tanınması, Osmanlıcanın mekteplerimize girmesi, ilmin ve ihtisasın sesine kulak verilmesi; inkırazın eşiğine sürüklenen zavallı ülkemizin kaderi üzerinde hiç bir peşin hükme saplanmadan düşünülmesidir.” (Kerime Yıldız\VAHDET)