18.12.2016
Efendimiz aleyhisselam hayatta iken, halkın suallerini kendisi cevaplar ve ortaya çıkan problemleri kendisi çözerdi. Dolayısiyle O’nun zamanında farklı görüş ve mezheplere ihtiyaç ve imkân yoktu. Fakat O’nun vefatından sonra, halkın suallerini cevaplama ve çıkan problemleri çözümleme işi, tabiî olarak âlimlere kaldı.
Âlimler de; kendilerine intikal eden konuları, kitap ve sünnet ışığında aydınlatıp açıklamaya başladılar. Ancak zaman geçtikçe, şartlar değiştikçe ve yeni farklı insan toplulukları müslüman oldukça, âlimler; kitap ve sünnette cevabını hiç bulamadıkları veya net olarak bulamadıkları sual ve problemlerle karşılaşmaya başladılar.
İşte âlimler, böylesi konularda içtihad etmeye; yani kitap veya sünnette net olarak cevabını bulamadıkları konuları, cevabı net olarak verilmiş konulara kıyas ederek yani benzeterek açıklamaya başladılar. Zaten içtihad etmekten başka çareleri de yoktu. Çünkü kitap ve sünnette net olarak açıklanmış örnek meseleler sınırlı iken; her geçen gün artarak büyüyen müslüman toplumun ihtiyaçları sınırsızdı.
Binaenaleyh mezhepler; hakkında hiç nas olmayan veya hakkındaki nas açık ve kesin olmayan mesele ve problemler etrafında oluşmuştur. Evet âlimler, hakkında açık ve kesin hüküm bulunan meselelerde asla ihtilaf etmemişler ve farklı mezheplere ayrılmamışlardır. Bunun içindir ki, “mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” (yani nas bulunan yerde içtihad yapmak imkânsızdır) sözü, İslam hukukunda temel bir kural olmuştur.
İşte, zaman içinde bu müctehid âlimlerin kitapları ve görüşleri etrafında oluşan mezhepler; o mezhepleri benimseyen büyük İslam âlimlerinin yazdıkları kıymetli eserler vasıtasıyla nesilden nesile yaşanarak aktarılmış ve günümüze kadar gelmiştir.