22.04.2016
İnsanların bütün iş ve faaliyetleriyle ilgili geniş, kapsamlı ve evrensel bir kavram olan adalet; tarafsızlık, eşitlik, hakkı yerine getirmek, haksızlıktan kaçmak, ölçülü hareket etmek, istikamet üzere bulunmak, ifrat ve tefrit arasında olmak, hakkı gözetmek, işleri yerinde ve zamanında yapmak gibi maddî ve mânevî mânâlar ihtiva etmektedir.
Başka bir tarife göre de adalet; insanlar arasında bir tarafı tutmadan hükmetmek, herkesin hakkını tanımak, herkese lâyık olduğu ve hakkettiği şeyi vermek mânâsına gelen ahlakî bir ilkedir. Özetle söylemek gerekirse adalet; karşılıklı zıt faydalar arasında hakka en uygun olan dengeli ve ölçülü davranış biçimidir.
Adalet, aynı zamanda ölçülü olma, haddi aşmama mânâlarına da gelir ki bu durumda "İ'tidal" ile aynı anlama gelir. İ'tidal yâni ölçülü olma hali, ahlakî bütün faziletlerin esasıdır. Çünkü fazilet; biri ifrat, diğeri de tefrit olan iki kötülüğün ortasıdır. Mesela ahlakî bir fazilet olan "cömertlik" israf ile cimriliğin; "kanaat" de aşırı hırs ile tembelliğin ortasıdır.
Adaletin temeli hak ve vazifedir. Başkalarının hakkına saygı bizim vazifemizdir. Hak olmazsa vazife olmaz, vazife de olmazsa hak olmaz. Bunun için adalet kavramı, öteki ahlakî faziletlerin aksine, insanlarla ilişkilerimizi ilgilendiren sosyal karakterli bir kavramdır. Bu mânâda satıcının alıcıya vermesi gereken malı, öğretmenin öğrencisine vermesi gereken notu, babanın çocuğuna vermesi gereken sevgiyi; aynı şekilde alıcının satıcıya vermesi gereken parayı, öğrencinin öğretmene göstermesi gereken saygıyı, çocuğun babasına göstermesi gereken hürmeti kusursuz olarak yerine getirmeleri adalet olup bunların tersini yapmak ise haksızlık ve zulümdür.
Adalet toplumsal barışın anahtarıdır. Adalet bulunmayan yerde, huzursuzluk, zulüm, istibdat ve anarşi doğar. Böyle bir durum, toplumu geriye ve uçuruma götürür. Adalet ilkesi olmadan ne fert sükuna erer, ne aile huzura kavuşur, ne toplum barışa ulaşır, ne de millet selamat ve esenliğe erer. Âdil olmayan ve adalete kıymet vermeyen toplumlar pâyidar olamazlar. Bir milletin medenîlik seviyesi, o milletin fertlerinin adalete, hak ve hukuka verdikleri değerle ölçülür. Dünyadaki en yüce faziletlerden biri olan adalet kavramı, belirli bir dine, cinse, ırka, soya mahsus değildir. Bilakis o, Allahü Teala tarafından bütün yaratılanlara verilmiş mukaddes bir lütuf ve herkese sunulmuş İlahî bir ikramdır.
Adalet, kâinatın nizamı, yerine getirilmesi gereken önemli bir fazilet ve ödenmesi gereken mühim bir haktır. Bilindiği gibi her hakkın başı, bu kâinatın yaratıcısı olan Allahü tealanın varlığına ve birliğine inanmaktır. Dolayısıyla Allahü tealanın varlığına ve birliğine inanmamak en büyük haksızlık ve zulümdür.
Buna göre, gerçek adaleti ancak Allahü tealanın varlığına ve birliğine inanan kimseler sağlayabilir. Çünkü onlar, Allahü tealanın emrettiği adaleti yeryüzünde tatbik etmekle görevli olduklarına inanırlar. Onlar: "Biz, Kıyamet gününe mahsus, öyle doğru ve hassas teraziler koyacağız ki hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Hardal tanesi ağırlığınca da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz, fazlasıyla yeteriz." (Enbiya 47) uyarısı gereğince âhirette gerçekleşecek olan İlahî adalete tam olarak inanırlar. Yine onlar: "Şu kesindir ki, Biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, peygamberlerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik." (Hadid 25) âyet-i kerimesinde izah edilen İlahî mesajın yerine getirilmesi için adalet terazisini kurmaya ve hâkim kılmaya çalışırlar. Onların biricik hedefi, dünya hayatında bunu gerçekleştirerek, âhiretteki asıl adalet terazisine sermaye hazırlamaktır.
İslam dini, belli bir milletin veya grubun değil, bütün insanlığın evrensel hayat nizamıdır. İslam, insanın madde ve ruh ile bir bütün olduğu gerçeğinden hareketle onu her yönü ile -biyolojik, sosyolojik ve psikolojik olarak- dikkate alan ve hiçbir yönünü ihmal etmeyen bir yaşam tarzı ve mutluluk reçetesidir.
Huzurlu ve istikrarlı bir toplum için adaletin tahakkuku şarttır, adaletin gerçekleşmesi için âdil bir ölçünün olması gerekir. O ölçü de hiç şüphe yok ki Allahü Tealanın en son ve en mütekâmil dini olan İslam dinidir. İslam, bütün beşerî sistem ve ideolojilerden farklı bir tarzda insan üzerine eğilmekte, onu madde ve mânâ ile birlikte ele almakta, ona aslı ile ilgili hakikatları, şu şekilde gözler önüne sermektedir:
"Ey insanlar! Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah'ın nazarında en üstün olanınız, içinizden takvada en ileri olandır. " (Hucurat 13) ve "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda, bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır." (Rum 22)
Bu âyet-i kerimelere göre, insanlık aynı asıldan ve aynı kaynaktan türemiştir. Yine bu âyet-i kerimeler, bütün insanların eşit olduğu hakikatini ortaya koymakta ve bütün insanlığın tek bir iradenin mahsulü ve tek bir zincirin halkaları olduklarını haykırmaktadır. Evet buna göre insanlık, tek bir nefisten yaratılmıştır. Toplum hayatının temelini, bu ilk nefis ve ondan yaratılan eşinden oluşan âile teşkil eder. Bu âileden de renkleri, dilleri, yetenek ve kaabiliyetleri değişik insanlar yaratılmıştır. Kadın-erkek, siyah-beyaz, hür-köle bütün insanların tek bir asıldan türediğini bildiren İslam, bütün insanların unuttuğu unutmakla da pekçok değerlerini kaybettiği önemli bir hakikati hatırlatmaktadır. Bu sebeple insanlık tarihi, dün olduğu gibi bu gün de ırk, neseb, renk ve din çatışmaları yüzünden oluk oluk mâsum ve mazlum insanların kanlarının akıtıldığı nice hunharca katliamlara şâhit olmaktadır.
Milletler; adaleti hâkim kılmakla ayakta dururlar. Zulmün, baskının, haksızlığın ve insan haklarına tecavüzün olduğu bir toplumun, eninde sonunda yıkılması muhakkaktır. Zulmün, adaletin yerini aldığı hiçbir cemiyet pâyidar olamamıştır. Bununla ilgili olarak Allahü Teala şöyle buyuruyor:
"Gerçek şu ki Rabbin, halkını uyarmadan memleketleri zulüm ile helak etmez." (En'am 131)
"Rabbin, halkı dürüst hareket eden hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helak etmez." (Hud 117)
İslam dini; adaletin gerçekleşmesi üzerinde ısrarla durmuş, gerek ferdî yaşantımızda, gerek aile hayatımızda, gerek insanlar arasında hüküm verirken, gerekse şâhitlik yaparken adaletten asla vazgeçilmemesi gerektiğini kesin ifadelerle vurgulamıştır. Allahü Teala, şöyle buyuruyor: "Onun için Sen durma hakka davet et ve Sana emredildiği tarzda dosdoğru ol, sakın onların keyiflerine uyma ve şöyle de: Allah, hangi kitabı indirmişse ben ona inandım. Hem bana, aranızda adaletle hükmetmem emri verildi." (Şura 15)
Toplum, sevgi ile kaynaşır, adalet ile ayakta durur. Adalet kanunları ve bu kanunların öngördüğü müeyyideler olmadan yeryüzünde ne fenalıkların önü alınabilir ne de emniyet ve âsâyiş sağlanabilir. Herkesi kucaklayan bir adalet uygulması, fertlerin birbirleriyle kaynaşmasına vesile olur. Haksızlık ve adaletsizlik ise, huzursuzluğa yol açar. Çünkü hiçbir kimse, hakkının bir başkası tarafından çiğnenmesinden memnun olmaz. Kur'an-ı kerimde, adaletten yoksun olan kişi ile âdil olan kimse, bir misalle şöyle mukayese ediliyor: "Allah bir de şu temsili getiriyor; iki kişi var. Birisi dilsiz, hiçbir şey becermez, efendisine sadece bir yüktür. Ne tarafa gönderse hiçbir işe yaramaz! Şimdi hiç bu zavallı ile, hakkı hakikati bilen, adaleti dile getirip gerçekleştiren, dosdoğru yol üzere ilerleyen bir insan eşit tutulabilir mi?" (Nahl 76)
Allahü Tealanın son kitabı olan Kur'an-ı kerim; bütün insanları eşit kılan, birinin aleyhine diğerine ayrıcalık tanımayan evrensel prensipleri ortaya koymaktadır. Bu prensiplerden bazıları; tevhid, âhiret inancı, doğruluk, haya ve adalettir. Bunlar belirli bir inanca sahip olan insanlara mahsus olan ilkeler değildir. Bunlar bilakis; insan vasfına hâiz olan herkese ait olan ve insandan ayrılmaz bir parça gibi kabul edilen hususlardır.
İslam'ın öngördüğü adalet, arzu ve menfaatlere bağlı olmayan bir adalettir. Öfke, kin ve nefret gibi duyguların burada yeri yoktur. Böyle bir adalet fikrine inanan müslümanlar, bir fert veya bir topluluğa düşman olsalar, kin ve nefret de duysalar, bu duyguları onları adaletsizliğe sevketmeyecektir. Allahü Teala, bu adaletin uygulanmasını bir sorumluluk olarak mü'minlere yüklemiştir. Allahü Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah, yaptığınız herşeyden haberdardır." (Mâide 8)
İslam'ın öngördüğü adalet, öylesine hassas bir ölçüdür ki, insanın kendi menfaatini ve yakınlarının çıkarlarını kollama duygusunu, başkalarından korkma ve insanlara acıma hissini devre dışı bırakır. Çünkü bir işe menfaat ve iltimas karıştığı zaman, haksızlık ve zulüm onu takip eder. Şahsî çıkarlar ve insanlar arasındaki ayrıcalık, adaletle çelişen bir durumdur. Bununla ilgili olarak Allahü Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin! Allah için şâhitlik eden insanlar olun! Bu hükmünüz ve şâhitliğiniz, isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın! Eğer dilinizi eğip bükerek hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şâhitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisa 135)
Görüldüğü gibi âyet-i kerimede, kişinin bizzat kendisi aleyhinde bile olsa adaletle şâhitlik yapması emredilmektedir. Sonra insanın en yakını olan ana-babası aleyhinde bile olsa şâhitlik yaparken adaletten asla vazgeçilmemesi emredilmektedir. Bu insanî inkılabı bütün din ve ideolojiler arasında sadece İslam dini başarmıştır. Tabii ki bugunkü müslümanların bu evrensel ilkeyi devam ettirmede ne kadar başarılı oldukları ayrı bir konudur. Burada bir kusur varsa, İslam dininin değil, en kibar ifadeyle onun "tembelleşmiş" müntesiplerinindir. Fransız yazar Charles Mismer'in bu konudaki insaflı tesbiti çok mânidardır. O şöyle diyor: "Bugüne kadar yeryüzünde görülmüş en parlak, en evrensel, en demokratik ve bin (dörtyüz) yıllık bir medeniyetin başlıca ve yegane kaynağı Kur'an olduktan sonra, bugünkü müslüman cemaatlerin cehalet sebebi, nasıl olur da İslamiyete dayandırılabilir."
Kur'an-ı kerimin getirdiği adalet evrenseldir. Allahü Teala şöyle buyuruyor: "Allah adaleti, ihsanı, yakınlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir." (Nahl 90) Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede evrensel ilkeler sıralanırken birinci olarak adalet zikredilmiştir. Çünkü adalet hâkim olmadan diğer ilke ve faziletlerin tahakkuku zordur. Adalet olmadan, insan fıtratını lekeleyen ve insanlıktan uzaklaştıran günahları, çirkinlikleri, azgınlığı, zulmü yok etmek mümkün değildir. Ayrıca kendi içinde adaleti sağlayamayan kimselerin iyilik yapmaları, akrabalarına yardımcı olmaları, insanlara karşı âdil davranmaları mümkün değildir.
"Allah, size emanetleri layık olan ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermeyi emreder." (Nisa 58) mealindeki âyet-i kerime, daha açık bir ifade ile adaletin evrenselliğine işaret etmektedir. Bu âyet-i kerimede önemle üzerinde durulması gereken husus "insanlar arasında" ifadesidir. Buna göre adalet ilkesi, müslüman ve gayr-ı müslim bütün insanları içine alan evrensel bir ilkedir. İstisnasız bütün insanlara adaletle davranılmasını emreden bu âyet-i kerime, Kur'an-ı kerimin âdil olan Allahü Tealanın kelamı olduğunu haykırmaktadır.
Kureyş kabilesi, hırsızlık yapan Fatıma El-Mahzumiyye ismindeki soylu kadının elinin kesilmesini bir türlü hazmedemiyordu. Bu sebeple Resulullah'ın nezdinde aracılık yapması için Üsame bin Zeyd'i görevlendirdiler. Kadın, Hazret-i Peygamber'in huzuruna getirildiğinde, Üsame bin Zeyd, Efendimiz aleyhisselama, bu kadının bağışlanmasını ve elinin kesilmemesini rica etti. Bunun üzerine Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: "Allah'ın tâyin ettiği cezalardan bir ceza hakkında aracı olmak mı istiyorsun? Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsaydı, kesinlikle onun da elini keserdim," buyurdu. (Buharî)
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin yapılan bu teklifin hemen akabinde bütün insanlığı kapsayan böyle evrensel bir deklarasyonda bulunmaları, İslam dininin adalet ilkesine karşı ne kadar hassas ve duyarlı olduğunu göstermektedir.
Bugün içinde yaşadığımız toplum, mefaatlerin biraraya getirdiği insanlardan oluşan endüstriyel-ekonomik bir toplumdur. Böyle toplumlarda şerefli, itibarlı insan anlayışı, mal-mülk ve makam sâhibi olmakla mümkündür. Nasrettin Hoca'nın "ye kürküm ye" hikâyesinde olduğu gibi itibar maddeyedir. Mal-mülk ve makam sâhibi olmanın fazilet ve üstünlük sayıldığı bugünkü toplumda, bunlara sâhip olmayanların maalesef insan olduklarına dahi aldırış edilmez olmuştur.
Dolayısıyla adaletin gerçekleşmesinde insanın vicdanen eğitilmesi meselesi çok büyük önem arzetmektedir. Çünkü insanın yapısından kaynaklanan; kibir, gurur, kıskançlık, egoistlik gibi birtakım olumsuz nitelikleri vardır. Eğitilerek ıslah edilmeyen bir insan, kötü huylarıyla başbaşa bırakılırsa, kendi yaradılış gayesine ve toplumun aleyhine azgınlaşır, hakka ve hukuka riayet etmez. Bu, insanın menfaatine düşkün ve kötülüğe meyyal olan yönüdür. Hakikati bilmeyen, görmeyen, hep kendi menfaatine geleni yapan ve kendi adalet anlayışına göre hareket eden bir insan, adaleti nasıl yerine getirebilir ve nesıl âdilce davranabilir?
Evet problem insandan çıkmakta ve yine onunla çözümlenmektedir. Öyleyse, insana maddî ve mânevî sorumluluk yükleyen, kendi serbest iradesiyle uyacağı bir ölçü olmalıdır. Böyle bir ölçü, kulunu her yönüyle kuşatan Allah tarafından gönderilen Kur'an-ı kerim ve bu yüce Kitab'ın insanlara aşılamaya çalıştığı âhiret endişesi ve yaptıkları herşeyin hesabını verme korkusudur. Nitekim bu husus âyet-i kerimede şöyle ifade buyuruluyor: "İnsanlar arasında Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz, sana Kitab'ı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hâinlerin müdafaacısı olma!" (Nisa 105) Bu âyet-i kerime, insanlığın muhtaç olduğu biricik ölçünün Kur'an-ı kerim olduğunu haykırıyor. Buradan da anlaşılıyor ki adaletin gerçekleştirilmesinde en çok etkili olan şey, insanın vicdanen eğitilmesidir. Çünkü adaletin gerçekleştirilmesi insana bağlıdır.
Yine her cuma günü hutbenin sonunda bize ısrarla hatırlatılan: "Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir," (Nahl 90) âyet-i kerimesi, insanın dünya hayatındaki bütün davranış ve faaliyetlerini ihtiva eder. Binaenaleyh insanların, Allahü Tealanın koyduğu ölçülere göre hareket etmesi, yeryüzünde zulüm ve kötülüğe karşı durup adaleti gerçekleştirmesi kulluğun gereklerinden sayılmıştır. İlahî adaletin gereği olarak; zulüm ve haksızlığa uğrayan insanlar mutlaka haklarına kavuşacaklardır. Çünkü âhirette herkes, bütün yaptıklarından hesaba çekilip bunların karşılığını görecektir.
Böylece Kur'an-ı kerim, herşeyi görüp gözeten tek bir Allah akidesi, âhiret inancı ve bütün yaptıklarından hesaba çekilme şuuru ile insanı ve faaliyetlerini bir kayda bağlamıştır. Bu kayıt ve ölçü, hiçbir otoritenin ve müdahalenin olmadığı yerde bile insanı, insana ve diğer mahluklara zulmetmekten ve her türlü kötü faaliyetten alıkoyar. Bu, İslam'dan başka hiçbir sistemde bulunmayan ve insanın kendi kendini kontrol etmesi mânâsına gelen "otokontrol" sistemidir.
İnsanın öldükten sonra dirileceği ve âhirette, bu dünyada yaptıklarından hesaba çekilme inancı, onu her türlü kötülük ve zulümden alıkoyar. Böyle bir inançtan başka hangi güç, insanın zulüm ve kötülük yapmasını önleyebilir? Gerçek mânâda âhirete inanan bir insanın, bu dünyada kötülük yapması mümkün değildir, hiç değilse çok zordur.
İslam'ın yapılmasını emrettiği ibadetler de sosyal prensipleri ile ayrılmaz bir bütünlük arzeder. Bu ibadetler yalnızca Yaratıcı-kul münasebeti olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal, ahlakî ve hukukî yapı ile ilgili görevlerin yerine getirilmesinde de etkilidir. Mesela namaz ibadeti, kulun Yaradan'a karşı yalnızca bir kulluk ve bağlılık ifadesi değildir. Kur'an-ı kerimin: "Muhakkak ki namaz, insanı ahlak dışı daranışlardan, meşru olmayan işlerden uzak tutar." (Ankebut 45) İlahî mesajı, namazın menettiği hayasızlık ve kötülükleri bildiriyor. Görüldüğü gibi İslam'ın yapılmasını emrettiği ibadetlerle ilgili olan ferdî hükümlerde bile adalet ve eşitlik ilkesini görmek mümkündür. Bu hükümlerin herbiri herkese yöneliktir. Bu yönleriyle ibadetler, evrensel bir eşitliğin mesajını verir.
Verdiğimiz bu örneklerden anlaşıldığı gibi, İslam'ın bütün emir ve yasakaları, toplumdaki haksızlık ve kötülükleri önlemeye yönelik olup adaletin gerçekleşmesinde yardımcıdır. İslam dini, insan ve hayatı bir bütün olarak ele alır. Yanlışlık ve aşırılıkları kaldırıp, yerine bütün insanlığın huzur ve refahını gâye edinen doğruları bulmaya çalışır. Tamamen doğruların ve iyilerin hâkim olduğu bir ortam kurmayı amaçlar. Bunun için de en yüce değerlerden biri olarak gördüğü adaleti gerçekleştirmek için, uyumlu ve dengeli bir toplumu te'sis etmeyi gerekli görür. Evet İslam dini, hiçbir insana, hiçbir toluma ve hiçbir gruba, sosyal üstünlük tanımayan perensipleriyle, bütün beşerî hukukların gerçekleştirilmesini imkânsız gördüğü mutlak adaleti gerçekleştirmeyi üstülenmiştir.
İslam, insan olma noktasında bütün insanları eşit sayıp, kimsenin kimseye üstünlüğünü kabul etmez. Ona göre bütün insanlar aynı asıldan olup, geldikleri ve gidecekleri yerin bir olduğu, doğum ve ölümle, sorumluluk, hak ve vazifelerle eşit olduğu bir esastır. Burada tek üstünlük takvadaki üstünlüktür. Bununla ilgili olarak Allahü Teala şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah'ın nazarında en üstün olanınız, içinizden takvada en ileri olanınızdır. " (Hucurat 13)
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de Veda Hutbesi'nde şöyle buyurmuşlardır: "Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız da birdir. Hepiniz Adem'in soyundansınız. Adam ise topraktandır. Allah katında sizin en şerefliniz, en çok takva sâhibi olanınızdır. Dikkat edin! Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba; beyazın siyaha, siyahın beyaza bir üstünlüğü yoktur. Şeref ve üstünlük ancak takva iledir." (İ. Ahmed) Dolayısıyla İslam'ın öngördüğü eşitlik, bazı beşerî sistemlerin öngördüğü ekonomik eşitlikten çok daha farklı ve mütekâmildir.
Yaratıkların en üstünü olan insan, şerefli bir şahsiyete sâhiptir. Bu, onun değiştirilemez ve devredilemez hakkıdır. Bu hak, onun insan olmasına bağlıdır. İslam hiçbir kişinin zelil görülmesini ve aşağılanmasını hoş karşılamadığı gibi hiç kimseye de, kendisini başkalarından üstün görme ve başkalarını alaya alma hakkını tanımaz.
İslam dininin getirdiği adalet saf bir teoriden ibaret değildir. İslam tarihi bu adaletin güzel örnekleriyle doludur. Bunlardan bir tanesi şudur ki, zımmîlerden yani gayr-ı müslim vatandaşlardan zekât alınmamış, onlara cihad sorumluluğu getirilmemiştir. Zımmîlerden sadece güvenliklerinin sağlanmasına karşılık olarak "cizye" vergisi alınmış ve inançlarında serbest bırakılmışlardır. Güvenliklerinin sağlanmadığı zamanlarda, onlardan cizye alınmamış, bilakis toplanan cizyeler sâhiplerine iade edilmiştir.
"Cebele bin El-Heysem, Suriye'de hüküm süren Gassanî krallarındandı. Müslümanlığı kabul ederek Mekke-i mükerremeye gelmiş Kabe-i muazzamayı tavaf ediyordu. Tavaf esnasında Fezare oğullarından bir adam nasıl olduysa O'nun elbisesinin eteğine basmış O da kendini tutamayarak adama âniden bir tokat atmıştı. Mesele Halife Hazret-i Ömer'e intikal etti. Böyle bir davranıştan dolayı eteğine basan kişiye büyük ceza verileceğini zanneden Cebele, Halife Hazret-i Ömer'in mevki ve makam farkı gözetmediğini görerek kısasla yani attığı tokadın benzerini yemek veya adamı râzı etmek hükmüyle karşılaşınca bir günlük mühlet istemiş, hıristiyanlık devrindeki aristokratik zihniyetin tesirinden kurtulamayarak Konstantiniyye'ye kaçmış ve dinden dönmüştü."
Günümüzün iki meşhur ve yaygın ekonomik sistemleri olan sosyalizm ve liberal kapitalizmin bakış açıları aynıdır. İkisi de insan kitlelerini gâye olmaktan çıkarıp, vâsıta yapmada birleşmiştir. Maddî boyutları ele alır, manevî boyutları önemsemezler. İslam ise, maddî ve mânevî boyutları gözönünde bulundurarak, ürünlerin ve üretim araçlarının insanlara âdil bir şekilde dağıtılmasını öngörür.
İslam, ekonomik alanda öngördüğü adalet ve sosyal dayanışmayı sadaka ve zekâtla tesis etmeye çalışır. Bunun için zenginlerlerin mallarına, ihtiyaç sâhipleri için bir hak koyar. Sadaka ve zekât, zenginin fakire bir lütfu ve üstünlük vesilesi değildir. O, Allahü Tealanın bir emridir. Eğer sadaka ve zekât riyakârlık için verilir veyla başa kakılırsa, ruha, ahlaka ve vicdana eziyet veren faydasız bir amel olur.
İslam'da savaş dahi dalet için yapılır. İslama göre savaş, zulüm ve fitnenin yok edilmesi, Allah yoluna giren insanlara mâni olan engellerin ortadan kaldırılması işidir. Fitne çıkarmayan, İslam ve müslümanlarla savaşmak istemeyen kâfirlere karşı savaş yapılmaz. Aksine Kur'an-ı kerim onlara âdil davranılmasını emreder. Allahü Teala bu hususta şöyle buyuruyor: "Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah, onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, âdil olanları sever." (Mümtehine 8)
Cenab-ı Hak, müslümanlara Allah'ın mesajını bütün insanlara iletme, yeryüzündeki zulüm ve fesadın kaldırılması ve her alana şâmil olan değişmez ölçü adaletin uygulanması sorumluluğunu yüklemiştir. Buna göre adalet ilkesi; heva ve heveslerden, sevgi, nefret ve kin gibi duygulardan ve her türlü mefaatten, ayrıcalık ve imtiyazdan uzak, yalnızca hakkı gözeten mutlak bir ölçüdür.
Bir de adaletin hemen gerçekleşmesi gerekir. Çünkü "Geciken adalet, adalet değildir" denilmektedir. Bu bir tepkinin kalıplaşmış ifadesidir. Adaletin geç de olsa tecelli etmesi, mazlumu sevindirir. Fakat geciken adalet, hak sahibini bıkkınlık, bezginlik ve isteksizlik gibi durumlara itmekte ve hatta bazen hakkından istemeyerek de olsa vazgeçmeye sevketmektedir. "Bir defasında Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem harp ganimetlerini dağıtıyordu. Kalabalık o kadar fazlaydı ki adamın biri Hazret-i Peygamber'in üzerine iyice abanmıştı. Efendimiz aleyhisselam, haddini aşan bu kişiye elindeki değnekle vurdu. Değnek yüzüne isabet ederek yüzü hafifçe yaralandı. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam, hemen değneği adamın eline vererek "intikamını al" buyurdu. Fakat o zat, hayır ya Resulellah, ben hakkımdan vazgeçtim, cevabını verdi." (Ebu Davud, Nesaî)
Hazret-i Peygamber'in, kendi hakkında bile olsa adaleti nasıl çabuklaştırdığını görüyorsunuz. Ayrıca Efendimiz aleyehisselamın, adalet noktasında bir devlet başkanı ile sıradan bir vatandaşın arasında hiçbir farkın bulunmadığını göstermek istemesi, bütün insanlığa sunulmuş ilahî kaynaklı çok önemli bir mesajdır.
Yargılamanın hızlı olması ve adalettin zamanında tecelli etmesi toplumda emniyet, huzur ve istikrarın hâkim olmasını; korku ve endişeninin ortadan kalkmasını sağlar. Osmanlı Devleti'nde de adalet çok çabuk tahakkuk ederdi. Ünlü tarihçi d'Ohsson bu konuda şu önemli tesbiti kaydetmektedir: "Osmanlı düzeninde hemen tahakkuk etmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti cihanşümüldür."
Sir Paul Ricaut şöyle der: "Mahkemelerde iki veya üç celse nâdirdir. Çoğu davalar bir celsede neticelenir. En mühim davalar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktiren ayak oyunları yapılmaz."