Âhiret hayatı olmasaydı herkesin yaptığı yanına kâr kalır ve dünyada haksızlığa uğrayan, zorluk ve sıkıntı içinde ahlâklı bir hayat yaşayan kişilerin gayretleri boşa giderdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâme, 36)
“Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)
KAİNAT KISSASI
Dünyada bazı insanlar zâlimlerin hükmü altında ezilip sömürülür, işkenceye maruz kalır ve hayatta sıkıntı ve darlıktan başka bir şey görmez. Bunun karşısında bazıları da dünyada mutluluk, refah ve nimetler içinde yaşar, zayıflara zulmederler. Bu iki grubun hayat hikâyesi; hak ve adâletin yerini bulacağı bir devir gelmeden ölüm perdesiyle sona erebilir mi? Bir tiyatro grubunun, birinci sahneyi sergiledikten sonra perdeyi kapatıp, hâdiseleri yarım ve izaha muhtaç bir vaziyette bırakarak oyunu sona erdirdiği hiç görülmüş müdür?!
Böyle bir şey olsa, iyice meraklanmış ve oyunun maksadını öğrenmeye çalışan seyirciler ne düşünür acaba?! Akıllı bir çocuk bile oyunun bu şekilde bitirilmesini uygun görmez. Öyleyse her şeyi mükemmel yaratan ve her işten haberdar olan Allah Teâlâ’nın, bu koskoca kainat kıssasını, bir çocuğun bile yapmayacağı çirkinlikte sergilemiş olması nasıl düşünülebilir?! (1)
AHİRET OLMASA ONLARIN HAKKINI KİM ALACAK?
Fâil-i meçhûl bir cinayete kurban giden veya zulme uğrayıp muhtelif sebeplerle hakkını alamayan insanların ve yakınlarının hâlini düşünelim! Âhiret olmasa onların hakkını kim alacak?
İnsanda sonsuzluk duygusu mevcuttur. Bu dünyadaki ayrılıkların, eksik kalmış hasretlerin bekâ âleminde sona ereceği inancı insanı rahatlatır. Âhiretle alâkalı âyet ve hadisler, insandaki bekâ duygusuna cevap verir ve ölümle her şeyin bitmediğine delalet eder. Bunun aksine yok olup gitme duygusu ise insanı strese, ümitsizliğe, sorumsuzluğa ve fırsat bulduğunda haksızlık yapmaya sevkeder.
CENNETTE NE KADAR YAŞAYACAĞIZ?
Psikiyatrist Dr. Yusuf Karaçay şöyle anlatır:
“Hiç unutmam, küçüklüğümde anneme sormuştum:
«–Anne biz ölünce ne olacağız?»
«–Cennete gideceğiz yavrum.»
«–Tamam da, ondan sonra ne olacak? Yani Cennette ne kadar yaşayacağız?»
Annem de her halde: «Çocuk bu yaşta sonsuzluktan anlamaz; uzun bir zaman söyleyeyim de rahat etsin” diye düşünmüş olsa gerek ki:
«–1000 yıl yaşayacağız yavrum» demişti. O kadar üzülmüştüm ki, o küçücük zihnim:
«–İster 10 yıl, ister 1000 yıl, sonuçta yok olacaksak ne anlamı var? Ben sonsuzluk istiyorum, yok olmak istemiyorum» demişti.” (2)
Bu dünya eksik ve fânîdir. Buradaki nimetler de sonlu ve sınırlıdır. Hâlbuki Allah’ın lutfu ve nimetleri sonsuz, sınırsız, bâkî ve ebedîdir. Şu halde ne kadar çok olursa olsun ilâhî nimet ve lütuflar şu fânî âlemdekinden ibâret değildir. Cenâb-ı Hak burada bahşettiği nimetlerini orada tamamlayacaktır. O âlem bu âlemi tamamlıyor olmasaydı, Hak Teâlâ’nın nimet ve lütufları geçici ve fânî olur, bu âlem de yarım ve noksan kalırdı.(3)
İçinde yaşadığımız şu âlemi en güzel şekilde yaratan Allah Y, âhiret diye farklı bir âlem daha yaratacağını vaad ediyorsa bundan şüphe etmeye kimsenin hakkı yoktur. Zira Cenâb-ı Hak buna kâdir olduğunu bize her an ispat edip durmaktadır.(4)
(1) Prof. Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî, Kübra’l-yakîniyyâti’l-kevniyye, s. 180.
(2) http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=182.
(3) Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 63.
(4) Doğumdan Sonra Hayat Var Mı?
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları teşekkül etmeye başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat ve emniyetli yeri tanıdıkça saâdetleri artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:
“–Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”
Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. “Hayatın kaynağı nedir?” diye araştırırken, anneleriyle onları birbirine bağlayan kordonu fark etmişler. Bu kordon sayesinde hiçbir zahmet çekmeden, emniyet içinde beslenip büyütüldüklerini anlamışlar ve:
“–Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor” demişler.
Aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir ifâdeyle “yolun sonu”na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle temâşâ ederken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya, dokuzuncu aya yaklaştıklarında ise alâmetleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:
“–Neler oluyor? Bütün bunların mânâsı nedir?”
Kardeşi daha sâkinmiş, üstelik bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; hissiyatıyla daha geniş bir âlemi arzuluyormuş:
“–Tüm bunlar bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor. Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz artık!” demiş. Öteki:
“–Ama ben gitmek istemiyorum, hep burada kalmak istiyorum” diye haykırmış. Kardeşi:
“–Elimizden gelen bir şey yok, hem, belki doğumdan sonra bambaşka bir hayat vardır” demiş. Diğeri:
“–Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki? Buradan ayrılmak zorunda kalırsak nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbiri geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söyleyebilsinler. Hayır, bu her şeyin sonu olacak” demiş ve karamsarlıkla eklemiş:
“–Hem belki de anne diye bir şey yok!” Kardeşi:
“–Olmak zorunda! Yoksa buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?” diye itiraz etmiş. Öteki:
“–Sen hiç anneni gördün mü? O belki de sadece zihnimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk” diye üstelemiş.
Böylece, anne rahmindeki son günleri derin muhâsebeler ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve biri sevincinden diğeri de utancından ağlamaya başlamış. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş. (Dr. Murat Kaya)