“Şüphesiz Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab 72)
Bu emanet; irade ve sorumluluk sahibi olmamızdır. Eğer bu emaneti kabul etmeseydik, biz de kabul etmeyen diğer varlıklar gibi olurduk. Dolayısıyla irademiz de sorumluluğumuz da imtihanımız da olmazdı. Böyle bir durumda; Allahü Teâlâ; bizi ne için yaratmışsa; sadece onu bilir; sadece onu yapardık ve ondan başkasını tercih etme kudretimiz de salahiyetimiz de olmazdı. Mesela cemadat, bitkiler ve hayvanlar böyledir. Bunlar bir nevi robot gibidirler; programlandıkları gibidirler ve bunun dışına çıkma istekleri de yetkileri de yoktur. Melekler de böyledir, bunlar da itaate programlanmışlardır ve bunun dışına çıkma arzuları da kabiliyetleri de yoktur. Şeytanlar da sadece kötülük yapmaya programlanmışlardır. Fakat biz insanlar; hür irademizle yaşayıp imtihan edilmeyi kabul ettik. İşte bu dünya hayatında bir süre bulunmamızın sebebi de budur, yani sınanmamızdır.
Binaenaleyh bu kadar değer verip sahiplendiğimiz dünya, bizim için bir imtihan salonundan başka bir şey değildir. İmtihanımız bitince, istesek de istemesek de -sahibi olduğumuzu zannettiğimiz- herşeyi öylece bırakıp gitmek ve toprak olmak zorundayız. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “O, amel (davranış ve eylem)bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk 2) Bu âyet-i kerimeye göre Allahü Teâlâ, insanı denemek için yaratmıştır. Yani dünya, sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz için bir imtihan yeridir. İmtihanı kazanan, âhirette cennete girecek, -maazallah- kaybeden de cehenneme girecektir. Çünkü dağların dahi kabul etmekten çekindiği şeyi, yani irade ve tercih sahibi olarak yaşamayı, dolayısıyla da sınanmayı, biz kabul ettik.
Allahü Teâlâ, cennete götüren iyiliği de cehenneme götüren kötülüğü de açıkça bildirmiştir. Buna göre; insan dünyada yaptığı tercihlerle ve gösterdiği tavırlarla, geleceğini ve ebedî hayatını belirleyecek. Bu durumda yaşadığımız hayatın her saniyesi; bizi ya cennete ya da cehenneme yaklaştırmaktadır. Öyle ise, her an denenmekte olduğumuzu, bu denenmenin sonucunun ebedî hayatımızı belirleyeceğini ve bu sonucun çok yakın olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız lazım.
Evet biz müslümanız elhamdü lillâh. Fakat cehennem de sadece kâfirler için yaratılmış değildir. Çünkü -geçici de olsa- müslümanlardan da çok kişi cehenneme girecektir. Kaldı ki, müslüman olarak ölmek meçhuldür ve tamamen nasip işidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Sizden bir kimse, cennet ehlinin amellerini öyle işler ki, kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesafe kalır; derken kitabın hükmü ön plana çıkar ve o kimse bu sefer cehennem ehlinin amellerini işlemeye başlar ve cehenneme girer.” (Buhari 3208)
Bunun için evliyaullah en çok su-i hâtimeden yani -maazallah- imansız ölmekten korkmuşlar. Bu hakikati hep düşündükleri için; çok gözyaşı dökmüşler, uykuları kaçmış, iştahları kesilmiş ve dünyanın hiçbir lezzetinden tad almamaya başlamışlar. Niye çünkü risk çok büyük!.. Ebediyyen cehennemde kalmak ne demek?.. Zaten hadis-i şerifte de: “Eksirû min zikri hazimi'l-lezzat,” yani: “Lezzetlerin tadını kaçıran ölümü çok anınız,” (Tirmizi 2307) buyurulmuyor mu?
Rivayete göre: “Hasan-ı Basrî hazretleri ile kahkahalar atarak gülen bir genç arasında şöyle bir diyalog geçti:
- Evladım Sırat'ı geçtin mi?
- Hayır!
- Âhirette gideceğin yer; cennet mi, cehennem mi, biliyor musun?
- Hayır!
- O halde bu kahkahalar neyin nesidir?
Bu ibretli nasihatten büyük ders alan gencin bir daha güldüğü görülmedi.” Yukarıda “risk büyüktür” dedik, niye biliyor musunuz? Çünkü cennetlik olmamız çok zordur ve bedeli vardır. Fakat -maazallah- cehennemlik olmamız çok kolaydır ve hiçbir bedeli yoktur. Bir de -maazallah- cehennemlik olmamız için; nefis, şeytan, kötü arkadaş ve dünya el ele vermiş çalışıyorlar. Şöyle ki:
1) Nefis, fıtrî olarak kötülük taraftarıdır ve iyilikten nefret eder. Yani nefis; cehenneme götüren şeylerden hoşlanıyor ve cennete götüren şeylerden nefret ediyor. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Muhakkak ki nefis, şiddetle kötülüğü emreder!..” (Yusuf 53), “Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, kurtulmuştur. Onu günahlarla örten ise hüsrana uğramıştır.” (Şems 9-10) Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor: “En büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” (Taberanî, Mucemu'l-kebir 3445), “Cehennem, şehvetlerle perdelenmiş, cennet de sıkıntılı şeylerle perdelenmiştir!..” (Buhari 6487)
2) Şeytan, müslümana şiddetle düşmandır ve ölünceye kadar peşini bırakmaz; -hatta- küfre girmesi için de elinden geleni yapar. Özellikle de ölüm sekeratında (can verme sarhoşluğunda) kişinin kâfir olması için envai çeşit entrikalar ve hileler yapar. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Ey âdemoğulları! Ben size; şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, demedim mi?” (Yasin 60),“Şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman kabul edin. O kendi taraftarlarını, cehennemlik olmaya dâvet eder.” (Fatır 6) Şeytanın söyledikleri ise, -maalesef- câhil nefsin çok hoşuna gidiyor.
3) Çevre -özellikle de kötü arkadaş- farklı değil. O da insanın günaha girmesi için çok çaba sarfediyor. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Kişi, dostunun dini üzeredir. Siz, kiminle dostluk yaptığınıza bakın!” (Ebu davud 4833), “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhari 6169), “Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder.” (Müslim, Birr, 146) Aynen şeytan gibi, kötü arkadaşın teklifleri de nefsin hoşuna gider.
4) Dünyanın kendisi dahi insanın kötü yollara düşmesine sebep olabiliyor. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Ey insanlar; Allah'ın vaadi muhakkak haktır, dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fâtır 5), “Muhakkak ki dünya hayatı, ancak bir oyun ve eğlencedir.” (Muhammed 36), “Bu dünya hayatı; yalnızca bir oyun ve oyalanmadır. Asıl hayat, âhiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler.” (Ankebut 64) Hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: “Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya aldanmaktan sakının.” (Müslim 2742) Aynen şeytan ve kötü arkadaş gibi; haram olan çekici ve câzip dünyalıklar da câhil nefsin çok hoşuna gidiyor…
Bilindiği gibi dünya hayatı muvakkat ve geçici olduğu için; iyi de olsa kötü de olsa geçer. Fakat buna mukabil âhiret hayatı ebedi olup geçmez. Çünkü cennet de cehennem de ebedîdir. Akıllı bir insan, bir an olsun ebedî olarak cehennemlik olacağını düşünse, delirir ve aklını kaçırır.
Gelecekle yani ebedî olan âhiret hayatı ile ilgili bu kadar büyük risk ve tehlike varken, insanın bu konuya kafa yormaması ve tedbir almaması, akıl kârı değildir. İşte Tasavvuf ilminin ana gayesi de bu konuda insanlara klavuzluk etmek, yani; insanı bu düşmanlara yedirmemek, dünya imtihanını kazanmasına yardımcı olmak ve âhirettte cennete girmesine vesile olmaktır. Tasavvuf âlimleri; bu mevzuda insanlara yardımcı olmak için çok talebe yetiştirmişler ve çok kitap yazmışlardır.
Tasavvuf ilmi; dinin emir ve yasaklarına titizlikle uymak, bütün davranışlarda takvayı esas almak, sünnet-i seniyyeden kıl kadar ayrılmamak, dünyevî hazlara karşı bir nevi perhizli olarak yaşamak; kısacası ebedî olan âhiret saadetini temin etmek için, fâni olan dünyayı feda etmektir. Bu şekilde tarif edilen tasavvuf; hicrî ilk iki asırda, toplumun büyük çoğunluğu tarafından yaygın bir şekilde uygulanan ve yaşanan mümince bir hayat tarzı idi. Bu dönemde yaşayan zatların tasavvufunda; marifetten çok amele, ilhamdan çok ibadete, keşiften çok ahlaka, kerametten çok istikamete ve -en önemlisi de- nazariyeden çok tatbikata önem verilirdi. Bu dönemdeki tasavvufî hayattan maksat, İslamın getirdiği ahlakî olgunluğa erişmekti. Bu altın dönemin tasavvuf büyükleri, toplumsal hayata katılıyor, geçimlerini sağlamak için bedenleri ile çalışıyor ve insanlara işlerinde yardımcı oluyorlardı. Bu zatlar, canla başla korumaya çalıştıkları İslamî hayatı; gözü yaşlı, bağrı yanık tutumları ile bizzat örnek olarak çevrelerindeki insanlara tebliğ ediyorlardı ve çok etkili oluyorlardı. Bu zatlar, zühd û takva ile alakalı âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri çokça okuyup hayatlarına aktarıyorlardı. Ulaşmak istedikleri tek gaye ise, sadece ve sadece yüce Rabbimizin rıza-i bârisini kazanıp gazabından kurtulmaktı.
Tasavvuf; itikad, fıkıh ve ahlak gibi müminin günlük hayatında uyguladığı mühim ve hayatî bir ilimdir. Bu ilim, zarurî olan dört temel ilmin sonuncusudur. Bunun için önce itikad, sonra fıkıh, sonra da ahlak ilimlerini okuyup öğrenmek gerekir. Bu üç ilmi öğrendikten sonra sıra buna yani tasavvuf ilmine gelir. Tasavvuf, diğer üç uygulamalı temel İslamî ilmin meyvesidir ve çok kıymetlidir. (Mehmet Can)