Hayâ duygusu, sahibi için çok caydırıcı olup onu; hem çirkin işleri yapmaktan alıkoyar, hem de görevi olan iyi işleri yapmaya sevk eder, bir nevi mecbur bırakır. ‘Âr’ kelimesi de hayânın eş anlamlısıdır. Âr ve hayâ sahibi olan bir kişi, kötü bir işi yaptığında veya vazife olan iyi bir işi terkettiğinde, rahatsız olup yüzü kızarır.
Hayâ, ‘iffet’ erdeminden doğan çok önemli bir fazilettir. İffet; insanın şahsiyetini; namus, şeref ve haysiyetini korumaya düşkün olması; yani edebe mugayir işlerden uzak durmaya çalışmasıdır. Bu da, fıtratı bozulmamış her insanın en temel özelliğidir.
Bazı insanlarda bulunan yaradılıştan gelen utangaçlık; Din’in arzu ve itibar ettiği sınırlar çerçevesinde şekillenmedikçe, makbul hayâ olamaz. Din’in makbul saydığı hayâ; imana, niyete ve bilgiye dayanması; sadece insanlar karşısında değil; Allah teâlâ, melekler ve diğer mahlukat karşısında da gösterilmesi gereken bir erdemdir.
Hayâ Üç Çeşittir
Hayâ; Allahü teâlâdan utanma, insanlardan utanma ve kendinden utanma olmak üzere üç çeşittir: İnsanın Allahü teâlâdan utanması ‘imanî hayâ’, insanlardan utanması ‘vicdanî hayâ’, kendisinden utanması da ‘nefsî hayâ’dır.
Hayâ kelimesinin müştakları (türevleri), Kur’ân-ı kerîmin şu üç âyet-i kerimesinde geçer: Bekara 26, Kasas 25 ve Ahzâb 53.
Müfessirler; A’râf sûresinin 26. âyet-i kerimesinde geçen “libâsü’t-takvâ” (takva elbisesi) tabirini de; insanın ruhunu bezeyip ahlakını koruyan hayâ, şeklinde tefsir etmişlerdir.
Hayâ erdemini işlerken, İslâm'a özgü bir diğer kavramla karşılaşıyoruz: ‘Mürüvvet.’ İslâm âlimleri ‘mürüvvet’i; “açıktan yapıldığında utanılan bir işi, gizli olarak da yapmamak” şeklinde tarif etmişlerdir. İnsan ancak bu şekilde; kötü olabileceğinden şüphe edilen şeylerden kendini uzak tutabilir.
Ediplerden bir zat şöyle demiştir: “Açıkta işlemekten çekindiği işi yalnızken yapan kişi, kendi şahsını değersiz saymış, demektir.”
İslâm'ın çizdiği çerçeve içinde ahlâkî ve ruhî olgunluk, ancak kâmil anlamda hayâ duygusuna sahip olmakla elde edilebilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Çıplaklıktan sakının! Zira sizin yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler vardır. Onlardan hayâ edin, onlara karşı saygılı olun.” (Tirmizî)
Hayâ Peygamberlerin Mirasıdır
Hayâ, peygamberlerin -ala nebiyyina ve aleyhimu’s-salâtü ve’s-selam- mirası ve insanların, onlardan öğrendiği en temel insanlık ölçülerindendir.
Efendimiz aleyhisselam buyurdu ki: “Allah'tan hakkıyla hayâ edin!” Sahabe-i kiram, “Ey Allah’ın Rasulü! Allah'a hamdolsun; biz Allah’tan hayâ ediyoruz” deyince, Resulullah şöyle buyurdu:
“Kasdettiğim hayâ, bu değil. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim âhireti dilerse, dünya hayatının süsünü terk etmeli, âhiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî)
Hadis-i şerifteki; “başı ve onun taşıdıkları” cümlesinden maksat; başta bulunan göz, kulak, dil gibi uzuvlardır. “Karnı ve onun ihtiva ettikleri” cümlesinden maksat da; kalp, mide, cinsel organ, el, ayak gibi organlardır.
Demek ki, insan; bütün benliğini, maddî ve manevî varlığını hayâ ile süsleyip yüzünü âhirete döndürmedikçe, Allahü teâlâdan hakkıyla hayâ etmiş olmaz.
Gerçek hayâ sahibi olmak için; kişinin her halinin murakabe altında olduğunun şuurunda olması ve buna uygun hareket etmesi gerekir.
İnsanın zahirî ve fizikî güzelliğinin yanında, manevî güzelliği de vardır. İnsanın manevî güzelliği hayâ, edep ve irfan gibi âlî hasletler iledir. Bu faziletler; hayat boyunca devam ettirilirse kişiyi, Cennete layık bir kul haline getirir.
Bize Kendimizi Hatırlatan Erdem!..
Hayâ sahibi fertlerden oluşan bir toplumda, faziletin en geçer akçe olduğunu belirtmeye gerek yoktur.
Hayâ; insanın özünden uzaklaştığı, kendine yabancılaştığı ve insanlık hasletlerini birer birer kaybettiği bir zamanda, bize kendimizi hatırlatan bir erdemdir...
Maalesef hayâ kavramının, günümüz modern toplumunda hatırlattığı tek mana “utanma”dır, o da “psikolojik bir problem” olarak kabul edilmektedir. İnsanın en temel özelliğini rahatsızlık olarak kabul eden bir toplumdan ne beklenebilir!
Hayânın, müslüman hayatında çok önemli bir ağırlığı vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Hayâ bütünüyle hayırdır” (Müslim, “Îmân”, 61)
“Hayâ sadece iyilik getirir” (Buhârî, “Edeb”, 77; Müslim, “Îmân”, 60)
“Hayâ imandandır” (Buhârî, “Îmân”, 16; “Edeb”, 77; Müslim, “Îmân”, 57)
“İman, yetmiş küsur şubedir. En yüksek şubesi “lâ ilâhe illellâh” (Allah’tan başka ibadet edilecek ilah yoktur.) En düşük şubesi ise sıkıntı veren bir şeyi yoldan uzaklaştırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buharî, Müslim) Dikkat buyurun, özellikle ‘hayâ’ erdemine vurgu yapılmaktadır.
Şu halde hayânın, imanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve imandan kaynaklandığını söylememiz gerekir. Dikkat edilirse görülecektir ki, modern hayat tarzının dayatmalarına direnemeyen insanın ilk kaybettiği insanî ve imanî sıfat, hayâdır. Bir insan, hayâ duygusunu kaybetmeden, Allah tealânın çizdiği sınırlar dışına çıkmayı göze almaz.
Ebu Süleyman-ı Daranî hazretleri şöyle der: “İnsanlar şu dört derece üzere Allahü teâlâya ibadet ederler: Havf (korku), recâ (ümit), ta’zim (yüceltme) ve hayâ (utanma). Bunlar içinde en şerefli mevki, hayâ üzere amel eden kimsenin mevkiidir. Zira bu kimse, Allahü tealânın her halükârda kendisini gördüğünü yakinen bilir ve buna göre hareket eder. O, günahkâr bir kimsenin günahlarından utanmasından daha fazla; kendi iyiliklerinden hayâ eder.” (Sühreverdî, Avârifu'l-Meârif, 516)
Hayâ, peygamberlerin mirası ve mümin şahsiyetlerin ayrılmaz bir parçası dır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)
Hayâ Hayattan Önemlidir
‘Hayâ’ kelimesi, ‘hayat’ kelimesiyle aynı kökten gelmektedir ve hayâ ‘hayat’tan daha önemlidir.”
Kalb Allahü teâlâya imanla hayat bulduğu zaman, onda hayâ da artar. Hayâ sahibi bir mümin; bir şeyden hayâ ettiği zaman terler. Bu ter, ruhta coşan hayânın hararetinden ileri gelir. Hayânın coşmasından ruh da coşkuya kapılır ve kişinin bedeni ve alnı terler. Bu durum, kişinin İslâm’ının kuvvetinden kaynaklanır. (Şerhu'z-Zürkânî ale'l-Muvatta, 4/323)
Hayâ ve ondan kaynaklanan edep, şiirlere de konu olmuş, önemli bir insanî ve imanî fazilettir:
Edep bir taç imiş nur-ı Hüda’dan/Giy ol tacı, emin ol her beladan!
Olur isen ehl-i edep/Edep saadete sebep!
Edep hoştur edep hoştur İlahî/Edepsizlik hor eder pâdişahi!
Yetim ve fakir: Anası ve babası; malı mülkü olmayan değil; ilim, irfan, hayâ ve edebi olmayandır. Çünkü nimet ve servetlerin en büyüğü; ilim, irfan, hayâ ve edeptir. Bu nimetlere nail olan kimse, çok şey kazanmış; bunları kaybeden de çok şey kaybetmiştir. Çünkü bu ulvî vasıfları kaybeden kimse, dünyada rezil ve rüsva olduğu gibi, ahirette de azab-ı İlahiye maruz kalır. Böyle bir kimse, makam ve rütbe olarak ne kadar yükselirse yükselsin, erdemli ve faziletli bir insan sayılamaz. Bu zavallılar; huzur ve saadetle yaşayamadıkları gibi; çoğu zaman; şeref, namus ve haysiyetlerini de kaybederler.
Hayânın İnsanî Münasebetlerdeki Yeri
İnce düşünce, hassasiyet, nezaket, zarafet, edep ve hayâ; insanî münasebetlerde de çok önemlidir. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak, yaşlılara hürmet etmek, konuşan herhangi bir kimsenin sözünü kesmemek, meclislerde fısıltılı konuşmamak, kahkaha ile gülmemek ve kendini övmemek; edep ve hayânın gereğidir. İnsanları aşağılamak, onlarla alay edip küçük düşürmek, su-i zanda bulunmak, onların gizli hallerini araştırmak ve lakap takmak da edeb ve hayâya aykırıdır.
Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki: “Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tövbe etmezse, işte onlar tam zâlim kimselerdir.” (Hucûrat 11)
İslâm’ın Ahlâkı Hayâdır
Hayâsını kaybetmiş bir insanın, diğer dinî hasletleri yaşatamayacağı açıktır. Zira müslüman için hayâ, dindarlığın en temel göstergelerindendir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayâdır.” (İbn Mâce) Demek ki müslümanın en temel ve en karakteristik vasfı hayâdır.
Efendimiz aleyhissalatü vesselam: “İzâ lem testehi fesna’ mâ şi’te” (utanmadıktan sonra istediğini yap!” (Buhârî 5769) hadis-i şerifleriyle ‘hayâsız’lığın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu vurgulamışlardır.
Bu hadis-i şerifin manası şöyledir: “Ayıplanmaktan kaygı duymuyor ve hayâ etmiyorsan; artık seni kötülük yapmaktan alıkoyacak bir güç kalmamış, demektir. Sen, bundan sonra; elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaya adaysın!
Az sayıda âlim, bu hadis-i şerifi şöyle de açıklamıştır: Hayâ sahibi isen, yapacağın işin doğruluğundan ve utanılacak bir şey olmadığından emin isen, dilediğini yapabilirsin. Yani dinen ve örfen utanç duyulmayan her şeyi yapılabilirsin.
Hayâsızlara tehdit ve hayânın kötülükten alıkoyan ahlâkî işlevinin önemine işaret eden bu hadis-i şerif; müslümanların ahlâk zihniyetinin şekillenmesinde çok etkili olmuştur.
Hayâsızlık Bunalıma Götürür
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde toplumları derinden etkileyen her türlü bunalımın ve küresel felaketin temelinde, çıkarcı, fırsat düşkünü, utanmaz ve uslanmaz bireyler bulunduğunu görmek zor değildir.
Bir defa hayâ damarı çatladıktan sonra, insanın yapamayacağı hiçbir kötülük yoktur. Cemiyetin düzeninin bozulması, ahlaksızlığın alıp yürümesi, yeni yetişmekte olan nesle bol bol ahlaksızlık örneklerinin gösterilmesi gibi mahzurlar, hayâ ve utanç duygusunun ortadan kalkması sonucunda meydana gelmiştir.
Hayâ imandan gelir. İmandan kaynaklanan hasletlere âdeta savaş açmış bulunan modern hayat tarzı, elbette bütün peygamberlerin ortak özelliği ve mirası olan hayâyı da hayatın dışına itmeye çalışacaktır.
Hayatın hayâ ile ilişkisi koparıldığından beridir ki, aileden başlayıp bütün toplum kesimlerine yayılan çürüme, kalpleri ve ruhları öldürmektedir. Adına ‘modernlik’ denilen bu savrulma, insanı kendisinden, çevresinden ve hatta Yaratıcısı’ndan uzaklaştırmaktadır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Edepsizlik ve çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği yeri güzelleştirir.” (Tirmizî)
Hayâ ve edepten mahrum olan fert ve cemiyetler, fen ve teknik sahasında ne kadar terakki ederlerse etsinler; hüsrandan kurtulamazlar. Bunun için; fert ve cemiyetimizi; iman, irfan, hayâ ve edeple donatmamız gerekir. Bu üstün vasıflara sahip olan insanlar; hayatlarını nizam ve intizam içinde geçirir, huzurlu ve mutlu yaşarlar. Bu âlî vasıflardan mahrun olan zavallılar ise; dengesiz, çalkantılı, huzursuz ve mutsuz bir hayat geçirirler.
Hayâsızlıkla Mücadele Sabır İster
Hayâsızlıkla mücadele etmek için çok sabırlı olmalıyız. Çünkü inanç, ahlak ve mukaddesatımızı hedef alan yerli ve yabancı muzır neşriyat; kalb ve ruhta telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaktadır. Bu yayınlar; insanımızın ruhuna, aklına, vicdanına, sağduyusuna, irfanına ve bütün müşterek duygularına hücum etmekte; maneviyatını tahrip veya dejenere etmektedir.
Bu sinsî ve planlı saldırılar ile; özellikle gençlerimizin; bütün ulvî hisleri tarumar edilmekte; hürriyet ve özgürlük safsatasıyla, nefislerinin kölesi haline getirilmektedirler. Bu şekilde, ruhî ve fikrî hastalıklarla malul; ahlaksızlık ve sefahet bataklığına saplanmış bir nesil üretilmek istenmektedir. Çünkü bu şekilde benliğinden uzaklaştırılmış; gayesiz, davasız ve şuursuz insan yığınlarını kontrol etmek çok daha kolay hale gelmektedir.
Bu muzır cereyan yeni bir şey değildir. Bakınız ta yarım asır önce, bu tehlikenin farkına varan merhum Mehmet Akif nasıl çırpınıyor:
Göster Allahım bu millet, kurtulur tek mucize,
Bir utanmak hissi ver, gaib hazinenden bize!
Başka bir beyitinde de şöyle feryad etmektedir:
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan,
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!
Bundan -çok değil- 40-50 sene önce; topuğu görünen bir bayana, iyi gözle bakılmamakta idi. İnsanlar, “senin hanımını, kız kardeşini” dışarıda çarşafsız gördüm, diye birbirini ayıplamakta idi. Şimdi -özellikle- yaz aylarında sokaklarımız ve sahillerimiz ne duruma geldi, biliyorsunuz! Bu, şer odaklarının; bizi nereden nereye getirdiklerini bir düşünelim de halimize ağlayalım.
Maalesef artık; bunu gündeme getirmek dahi garip karşılanmakta ve gerici bir anlayış olarak eleştirilmektedir. Elinsaf! Biz eski köye yeni bir âdet mi getirmek istiyoruz; analarımız, ninelerimiz böyle mi idiler?
Meleklerin Hayâ Ettiği Şahsiyet
Üçüncü Halife Hazret-i Osman radıyallahü anh; hayâsı sebebiyle, Efendimiz aleyhisselamın nezdinde özel bir itinaya mahzar olmuştur. Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer radıyallahü anhuma huzur-ı şeriflerine girdiğinde normal oturuşunu değiştirmediği halde; Hazret-i Osman radıyallahü anh geldiğinde toparlandığını görenler, bunun sebebini sormuşlar. Efendimiz aleyhisselam da cevaben: “Meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden benim hayâ etmemem doğru olmaz,” (Müslim) buyurmuştur.
Hayâ ve edep; şeytanın ve nefs-i emmarenin boynunu büken, onu ayaklar altına alıp mağlup eden ve insanı hedefine ulaştıran en emin vasıtalardan biridir. Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki: “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir!”
Hayâ sahibi olan temiz tabiatlı her müslüman; kuralsız ve gelişigüzel hareket etmekten sakınır. Özellikle Allahü teâlânın hoşlanmadığı işlerden içtinab eder ve emrettiği iyi şeyleri de elinden galdiği kadar yapar.
Nefsini ıslah edip iffet, vakar, hilim, sabır, nezaket, zarafet ve tevazu gibi hasletlerle edeplenenler, Allah’a yakınlaşır ve O’na dost olurlar.
Edep ve Hayâ Nimettir
Edep ve hayâ büyük bir nimettir. Bunların muhafazasına çalışmak, aklın ve vicdanın gereğidir. Edep, hayâ ve iffet gibi âli vasıflardan mahrum olan fert ve cemiyetler huzur ve saadetle yaşayamazlar ve başkalarının potasında eriyip gitmeye mahkumdurlar. Bu bakımdan, ebed müddet payidar olmak istiyorsak; kalplerimizi imanla gücüyle uyanık hale getirmemiz, ruhlarımızı hayâ erdemi ile donatmamız ve akıllarımızı irfan nuruyla aydınlatmamız gerekir.
Tarihin şahadetiyle sâbittir ki; düşmana mağlup olmuş nice milletler, daha sonra güçlenerek; düşmanlarını yenebilmiş ve istiklallerini elde edebilmişlerdir. Fakat maneviyattan, hayâ ve edepten uzaklaşıp; ahlaksızlık, sefahet ve arsızlık girdabına girenlerin toparlanıp kendine gelmesi mümkün olmamıştır.
İslam öncesi eski zamanlarda hayâsızlık çukuruna düşmüş olan birçok kavmin başına gelen felaketler, Kur’an-ı kerimin birçok ayet-i kerimesinde nazara verilmektedir. Bir kanser mikrobu olan hayâsızlık, çok güçlü kavim ve imparatorlukları ortadan kaldırmaya yetmiştir. Bu mikrop, bir topluma girdi mi; artık onun bünyesini kısa bir zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda öldürür. Öyle ise geçmiş kavimlerden ders alalım; edep, hayâ ve istikamet dairesinden çıkmayalım, kendimizi tehlikeye atmayalım!..
Mâlâyânî İle İlgilenmeyelim!
Hayâ erdemini kazanmak için; mâlâyânîyi yani bizi ilgilendirmeyen ve bize bir şey kazandırmayan şeyleri terketmeli; faydalı, anlamlı ve değerli şeylerle meşgul olalıyız.
İmam-ı Gazzâlî Hazretleri diyor ki: Çocukta temyiz melekesinin ilk alâmetlerinden biri de hayâ duygusunun belirmesidir. Çocuğun mahcubiyet duyup bazı fiilleri terketmesi, onda akıl ışığının parlamaya başladığının göstergesidir. Böylece çocuk, kendi muhakemesiyle bazı şeyleri çirkin görmeye ve onları yapmaktan çekinmeye başlar. Bu noktadan itibaren çocuğun eğitimiyle ilgilenmek gerekir.
Çocuklardaki Hayâ Çok Değerlidir
İmam-ı Mâverdî: Çocukta gözlenen hayâ, onun tabiatındaki samimiyetten kaynaklandığı için, büyüklerin riyâ ihtimali taşıyan hayâsından daha değerlidir.
Aklı, hem zihnî hem de ahlâkî aydınlanma aracı olarak gören İslam âlimleri; hayâ ile akıl arasında bir ilişki kurarlar. Çünkü hayâ, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir düşünme ve muhakeme aracıdır.
Ahlâkı koruyan hayâdır. Hayâdan mahrum olan insanı artık kötülükten alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak bir engel kalmaz; bu kişi dilediğini yapar, istediği gibi yaşar.
Kimsenin Hatasını Yüzüne Vurmayalım!
Hayâ eğitiminde gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir husus vardır. O da; kimsenin hatasını yüze vurmamaktır. Dördüncü Halife Hazret-i Ali radıyallahü anh; “Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene, başka birini misal göstererek hatasını anlatınız.”
Efendimiz aleyhiselamın iki mübarek torunu Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin radıyallahü anhüma; yanlış abdest alan yaşlı birine, bu hususu nasıl anlattıkları meşhurdur. Onlar, abdestini yanlış alan yaşlıya: “Amcacığım ikimiz kardeşiz, biz abdest alalım da, hangimiz doğru abdest alıyor, siz karar verin,” deyip abdest alırlar. Böylece yaşlı adam, mahcup olmadan yanlış abdest aldığının farkına varır.
Dikkatli ve Uyanık Olmalıyız
Çok dikkatli ve uyanık olmalı; hayâ ve edep eğitimine hiç ara vermeden devam etmeliyiz. Çünkü şeytanın yaverleri iş başında. Toplumu hayâsızlaştırmak için vargüçleriyle çalışıyorlar. Hedefledikleri ahlaksızlığı; hayâyı katletmeden yapamazlar, tıpkı imanı ortadan kaldırmadan hayâsızlığı aşılayamadıkları gibi.
Ne yazık ki imanlarını sele veren yığınlar, hayâsızlık ve sefahet bataklığına saplanıyorlar. İşin garip tarafı; bu bataklıktan rahatsız olmayanların sayısı da her geçen gün artmaktadır. Allah’ı, ahireti ve hayâyı unutmuş; aklı midesiyle bacaklarının arasına sıkışmış bu zavallı kardeşlerimize baktıkça kahrolmamak elde değil. Allahü teâlâ, âhir ve âkıbetimizi hayretsin ve nesillerimizi korusun…