Felsefi açıdan atomizm, “Maddeyi, maddî realiteyi, var olanı idrak ve algılarımızı, bütün olayların algılanmasını atomların boşlukta düşmesiyle, onların çok çeşitli kombinezonları ve hareketleriyle izah eden felsefî meslek. Atom, bu anlayışa göre, maddenin en son bölünmez parçası olup mütecânistir. Öncesi ve sonrası yoktur. Boşlukta hareket eder ve maddenin, cisimlerin çeşitli özelliklerini meydana getirir.”
Demokritos’la başlayan atomculuk, farklı formlarla tarihin içinde seyretmiş, en son Russell ve Withgenstein’ın “Mantıki Atomculuk”uyla dil üzerinden modern çağlara taşınmıştır.
Post-modern denilen günümüzde bitmiş midir bu düşünce? Hayır. Daha da kavileşmiş ve hayatı tamamen ele geçirmiştir. Atomculuk bir felsefi düşünce olmaktan çıkıp, hemen herkesin eşyaya baktığı yer olmuştur. O kadar ki gizli bir atomculuk hareket halindedir içimizde.
Bazılarının içinden geçiyordur belki. Acaba buradan sanata nasıl geçecek? Aslında geçmeyeceğim. Çünkü içindeyim an be an. Şu ana kadar yazdığım satırların hepsi sanatla ilgiliydi. Düşünceden bahsetmek sanattan, sanattan bahsetmek hayattan bahsetmektir zira. Ayrı değildir bunlar. Aynı dünyanın birbirini tamamlayan, hatta zaman zaman birbirinin yerine geçen paydaşlarıdır. Yaratılıştan beri kardeştirler. Ama insan, o nankör, aciz ve zelil insan ayırmıştır onları. Allah’ın bir yarattığını ayırmıştır. Ayırarak onlara, müstakil, sınırlı, geçirgenliğe pek müsaade etmeyen alanlar tahsis etmiştir. Hatta düşman kılmıştır onları. Yaratıldığı günden beri kardeş yaşayanları düşman kılmıştır. Kılmış ve kırmıştır.
Bunu yaparken atomu kullanmıştır. Diğer her şeyle bir olmanın zerresi atomları bölücülüğün merkezi yapmıştır. En çok da sanatta yapmıştır bunu. Ayırmış, ayrıştırmış, hem birbirinden hem de hayattan koparmıştır. Binlerce yıl kardeşçesine birbirini var eden sanatla zanaatı ayırmıştır. Sanatı kendi içinde bölerek paramparça etmiştir. Bazı istisnalar dışında ressam sadece ressam olmuştur. Mimar sadece mimar. Müzik icrası sadece icradan anlamıştır. Bestekar sadece besteden. Tasarımcı tasarımdan. Ruhsuz birer makine olarak işlerini yapmışlardır. Aynı anda türbe bekçisi, bahçıvan, sazende, sedefkâr, müfettiş, muhzır başı, müsellim, su nazırı ve baş mimar olmamışlardır Sedefkâr Mehmet Ağa gibi. Hem mimar, hem ressam, hem heykeltıraş, hem danışman hem savaş aletleri uzmanı olmamışlardır Da Vinci gibi. Bir şey olmuşlar ve başka şeylere kör olmuşlardır.
Eşyayı okuma biçimiyle alakalı bu durum, geleneksel dünyada tevhidi bir düzlemi ifade ediyordu. Sanatın içinde müstakil ve geçirgenliği olmayan bölgeler olmadığı gibi sanat ve zanaat ayrımı gibi suni bir ayrışma yoktu.
Hiristiyanlığın belirlediği Batı sanatında, sanat dine, doğal olarak hayata hizmet etmek için yapılıyordu. Hem insani düşünme süreçlerine hem de tahayyül üzerinden ilahi güzergahlara girizgah makamındaki Hint-Çin sanatında sanat çok boyutlu olarak dini-hayati bir görünüm arz ediyordu. Farklı yaklaşımlar ve formlar içeren İslam sanatı da, temel özellikler itibariyle dini-hayati bir görünümü ifade ediyordu.
İslam dinindeki Tevhid akidesiyle birebir örtüşür mü bu gelenekler(Hirsitiyan Batı- Hint-Çin)? Hayır. Ama modern paradigmanın ve onun sanatta yaptığı atomistik-parçacı yaklaşımına kıyasla hayatla sanatı birleme noktasında benzeşirler.
Genel olarak diğer gelenekler, özelde İslam sanat geleneği meselesinin aydınlanması için tevhidi sanat meselesini açmak durumundayız.
Tevhidi sanat, varlığın bütün görünümlerinin sanatla çarpmasıdır. Sani-i Hakiki’nin, yarattığı her şeyde tecelli etmesi ve güzelliğin varlıktan, varlığın güzellikten ayrı düşünülememesidir. Güzel bakmak, güzel görmek, güzel düşünmek, güzel yaşamak… Hepsi Allah’ın yeryüzüne tezahür etmesinin kesintisiz görünümleridir. Biri olmadan diğerlerinin olmadığı, vücutları olsa da mevcutlarının olmadığı bir hal tercemesidir. Bunları ayırmak, fıtri bağlamlarına fitne salarak onları yok etmeye girişmektir.
Mesela, yaşadığınız evle içinizde yarattığınız düşünceyi ayrı göremez ve ikisini de güzellikte birlersiniz. Bu o kadar kapsamlıdır ki, yürüyüş biçiminizden, davranış biçiminize, dostluk biçiminizden çalışma biçiminize, kıyafetinize, sevginize, hatta öfkenize bile yansır. Bunu en güzel ortaya koyan sözlerden birisi Efendimiz’e atfedilen, “ öldürürken bile güzel öldürün” hadisidir. İslam’ın asli mesajını bilmeyen-anlamayan insanların itiraz ettikleri bu hadis, savaş ya da nefs-i müdafaa gibi zorunda kalınan öldürme durumlarına yüksek standart getirerek onları cinayetten ya da intikam duygusu gibi ferdiyete hapseden hallerden uzak tutmaya çalışır. Yüze dokunmamak, kulağı kesmemek, deri yüzmemek ya da işkence etmemek bunlara dahildir. Ne öldürmekten zevk alma vardır burada, ne öldürülene eziyet. Nefs-i müdafanın gereklerini yerine getirerek işe nefsi hiç karıştırmamaktır söz konusu olan.
Burada ilginç olan, Efendimiz’in “güzel” kelimesine vurgu yapmasıdır. Pekala başka kelimelerle ifade edilebilirdi bu durum. Ama o “güzel”i seçti. Güzel öldürün dedi. Hatta öldürmeyin. Öyle bir şey yapın ki diriltin. Nitekim Hz. Ali’nin, yere yatırdığı düşmana kılıcını indirecekken yüzüne tükürmesi üzerine adamı affetmesi buna dahildir. Nefsini hiç karıştırmaması ve seni öldürürsem katil olmaktan korkarım demesi buna dahildir. Bu güzel davranışın, başka bir güzelliği doğurarak düşmanın İslam’ı seçmesine sebep olması buna dahildir. Hepsi güzellikle, hepsi her şeye getirilen yüksek standartlarla ilgilidir.
Tevhidi sanatta Allah’ın yarattığı en yüksek değer güzelliktir. Bu yüzden yaratılışı itibariyle güzel olmayan şey yoktur. İnsanların çirkin dedikleri şeyler bile güzelliğe dairdir/dahildir. En güzel olan da insandır.
Yaratanı bir ve yaratışı güzel olduğu için yaşayan her şeyin bir ve güzel olması tevhidi sanatın temel kaidesidir. Bu kaide çerçevesinde insanın ürettikleriyle Allah’ın yarattıklarının çatışmaması gerekir. Çünkü dünya bir dram sahnesi, insan da endişeden yapılma bir varlık değildir. İnsan varlıkların halifesi olarak dünyayı güzelleştirmek üzere var edilmiş bir “ahsen-i takvim”dir. İsmail Erdoğan